Doğa ve Sessizlik Üzerine
Sevda Özdemir
Christopher Manes, The Ecocriticism Reader: Landmarks in Literary Ecology [Çevreci Eleştiri Seçkisi] (1996) adlı kitapta yayımlanan makalesi “Doğa ve Sessizlik” [Nature and Silence]’te, okuyucularını insanlığın evrendeki yerini yeniden sorgulamaya çağırıyor. Manes, modern insanın doğaya gereken önemi vermediğini ve doğanın kültürümüzde sessiz olduğunu söylüyor. Bu sessizlik doğanın bir dili olmadığından kaynaklanmıyor elbette. Manes, bunun sebebini insanların evrende konuşan tek öznenin kendileri olması kıskançlığına, diğer tüm seslere kulak tıkamasına bağlıyor. Manes makalesinde, insanlık tarihinde doğanın sessizliğe nasıl büründüğünü irdeliyor.
Animistik kültürlerde kuşların, rüzgârın, kurtların ve şelalenin sesinin var olduğunu söyleyen Manes, insanların doğayla bu kopuşunu tarihi süreç içerisinde açıklıyor. Manes’e göre, Ortaçağ okur-yazarlık ve Hıristiyan yorumlama (tefsir) sanatı, doğayı konuşan bir özneden sembolleştirilen bir nesneye çevirmiştir. Okuryazarlıkla sözlü anlatımdan yazılı anlatıma geçilmiş, insanların kültürel mirası olarak kalan metinler, insanı konuşabilen tek özne olarak göstermiştir. Manes düşüncesini David Abram’ın şu sözleriyle destekliyor: “Bir zamanlar doğa konuşurdu şimdi metinler konuşuyor” (19). İkinci olarak, Hıristiyan tefsir sanatının doğadaki her şeyi fiziksel dünyanın daha derin gerçeklerini keşfetmede bir simge olarak görmesi doğaya animistik bakışı tamamen yok etmiştir. Örneğin; Ortaçağ yorumcularına göre, bir kartal diğer tüm kuşlardan daha yükseğe uçabilir ve güneşi süzebilir; çünkü kartal dünyada Saint John’un bir sembolüdür. Bu sembolleştirme kartalın yeryüzündeki kendisi için varoluş nedenini tamamen yok etmiştir. Tanrı doğa aracılığıyla insanlarla konuşurken, sözlerin kâğıda dökülmesi konuşmanın sembolü haline gelmiştir.
Üstelik karanlık ortaçağdan aydınlanmaya geçiş insanı evrenin merkezine koyarken doğayı ikinci plana atmaya devam etmiştir. Manes’e göre; akla, mantığa ve gelişmeye bel bağlayan Rönesans hümanizminin insanı düşünebilen yegâne yaratık olarak doğadaki diğer canlılardan üstün tutmuş ve “Büyük Varoluş Zincirinin” en tepesinde yer alan insan ırkının söylemleri mantıklı ve geçerli sayılırken doğanın sesi daha mantıksız olduğu için yok sayılmıştır.
Fakat Manes, post-modern dünya görüşü ve Darwin’in evrim teorisinin Homo Sapienslerin tahtını salladığını savunuyor. Bilgeliğin taşıyıcısı olan insanlık, artık teknolojiyle yönetilen bir dünyada parçalanmış ve merkezini kaybetmiştir. Besin zincirinden oluşan evrim teorisinin hiyerarşik Büyük Varoluş Zincirine meydan okumasıyla insanlar doğaya olan üstünlüğünü kaybetmiş ve tüm canlılar eşit sayılmıştır. Böylelikle sessizleştirilen doğa tekrar değerlendirmeye alınmıştır. Manes animistik kültüre bağımlı Amerikalı Kızılderililerin canlıları iki bacaklı, dört bacaklı, tüylü gibi terimlerle tasvir etmesini örnek verirken, modern insanların kendi konumlarının üstünlüğünü sürdürme çabasını şöyle örnekliyor: “Biz hepimiz hala lise kitaplarında genel bir evrim kelimesi yerine ‘insan evrimi’ tabiriyle karşılaşıyoruz” (23).
Christopher Manes’in bu makalesi gerçekten okuyucunun benlik algısını tamamen alaşağı ediyor. Özellikle de modern çağda insanların kendi bencillikleriyle doğaya verdiği zarar düşünüldüğünde. Fakat Manes insanların değer ölçüsünde en düşük değere sahip olan mantarların dünya için nasıl önemli olduğunu şöyle açıklıyor: “Eğer bir gün ‘mychorryzal fungiler’ yok olursa sonucu felaket olacaktır; çünkü ormanların varlığı bu mantara bağlıdır” (24). Ormanlar yok olursa diye başlayan felaket zincirini hepimiz zaten biliyoruz. Aslında en can alıcı noktayı Manes şu sözleriyle vuruyor: “Tam aksine eğer Homo Sapiensler yok olursa bu olay dünyanın yaşam formlarının büyük çoğunluğu tarafından fark edilmeden gerçekleşecektir” (24).
Kaynakça
Christopher Manes. “Nature and Silence.” The Ecocriticism Reader. Ed. Cheryll Glotfelty and Harold Fromm. Athens and London: The University of Georgia Press, 1996. 15-29.